65 milyon yıl önce uzayda kendi halinde ilerlemekte olan 10 km çapındaki bir göktaşıyla gezegenimizin yollarının kesişmesi, dinozorların yeryüzünden silinip gitmesine neden oldu. Bu heybetli sürüngenler sahadan ayrılır-ken diğerleri, örneğin memeliler durumu fırsat bilerek yerlerini aldı. Tarihte bunun gibi büyük beş yokoluş var. Altıncısını ise insan yaratıyor.
Jeolojik ve fosil kayıtlar gösteriyor ki, bir canlı türü, ortaya çıktıktan sonra ortalama 1-10 milyon yıl varlığını sürdürüyor. Bir canlı türünün ortadan kalkması için tek koşul, kasaba büyüklüğündeki bir göktaşının dünyaya çarpması değil. Yokoluşlar büyük oranda Darwin’in doğal seçilim teorisini yansıtan olaylar. Türün doğal süreçte başarısız olması, yavaş yavaş kaçınılmaz sonu getiriyor. Aslında tüm canlılık tarihi boyunca meydana gelen yokoluşların yüzde 95 gibi büyük bir bölümü de bu şekilde gerçekleşmiş durumda.
Canlılığın gezegen üzerinde oluşturduğu deseni normal işleyişine göre çok daha hızlı bir şekilde değiştirebilen olağandışı olay veya olay zincirleri çok sık görülmüyor. Büyük veya kitlesel yokoluş olarak adlandırılan böyle bir süreçte bir veya birkaç türün değil, tüm bir sınıf veya sınıfların yokolması söz konusu. Kayalar üzerinde yapılan araştırmalar, bu olay veya olaylar zincirinin bazı kuralları izlediğini kanıtlar nitelikte. Kurallar söz konusu olunca da gezegenin geleceğine ilişkin tablolar çizmek mümkün hale geliyor.
“Dinozor – göktaşı” senaryosu dramatik ve tanınmış bir senaryo olsa da bilimciler, doğa tarihinde bundan başka birçok kitlesel yokoluşun gerçekleştiğini ortaya çıkarmış durumda. Meydana geldikleri jeolojik dönemle adlandırılan bu olaylardan beş tanesiyse, canlılık açısından diğerlerine göre çok daha büyük yıkımlara yol açmış. Bunlar “Büyük Beşli” olarak anılıyor.
YAŞASIN YENİ KRAL!
Baskın türlerin kitlesel yokoluşla ortadan kalkmaları sonucunda, daha kısıtlı üreme ve yaşam alanına sahip olan diğer gruplara adeta gün doğmuş oluyor. Deniz tabanında tutunarak yaşayan midye benzeri bir omurgasız hayvan grubu olan brakiyopodların yarısından fazlası Permiyen-Triyasik yokoluşu sırasında ortadan kalkmasaydı, bugün kumsallarda muhtemelen midye kabuğu yerine brakiyopod kabuğu topluyor olacaktık.

Benzer şekilde, Crurotarsan olarak adlandırılan timsah benzeri bir sürüngen grubuyla çok yakın rekabet halindeki dinozorlar için yolu açanın da Triyasik-Jurasik yokoluşu olduğu biliniyor. Memeliler ise sıranın kendilerine gelmesini bekledikleri 100 milyon yıl boyunca, dinozorların ayakları altında fazla dolaşmamaya özen gösterdi.
Kitlesel yokoluşların yaşam üzerine etkileri, aslında düşünülenden çok daha karmaşık. Dinozorların yokoluşuyla karşılaştırıldığında çok daha ilginç gelebilecek seçilim süreçlerinin de kendini göstermiş olduğu anlaşılıyor. Yani “bir gün dinozorlar ortadan kalktı ve memeliler hızla ortalığa yayıldı” gibi bir durum söz konusu değil. Son büyük kitlesel yokoluştan sonraki tüm jeolojik devirler “Memeliler Çağı” olarak adlandırılıyor. Bununla birlikte, ilk 10 milyon yıllık dönem, memeliler, kuşlar, timsahlar ve yılanların rekabetine sahne olmuştu. Üstelik bu süre boyunca, memelilerin diğer gruplara baskın hale geleceğini gösteren belirgin bir işaret de yoktu.
Memeliler, uyum yetenekleri sayesinde dinozorların ayakları altından kaçarak geçirdikleri milyonlarca yıl sonunda, bugünkü çeşitliliklerine ulaştılar.[/caption]
CANINI SEVEN YAYILSIN!
Farklı grupları etkileyen kitlesel yokoluşlar, belirgin bir desen ortaya koymuyormuş gibi görünse de, yakın dönemdeki araştırmalar, bu süreçten geçmekte olan canlılar açısından hayati öneme sahip bir özelliğe dikkat çekiyor: dağılım alanı.
Günümüzde artık olmayan bir midye cinsi, Pycnodonte, Kretase-Paleojen yokoluşundan kurtulmasını Meksika Körfezi’nden Kuzey Avrupa kıyılarına, oradan da Avustralya’ya uzanan dağılım alanına borçluydu. Sadece Japonya kıyılarında dağılım gösteren Anthonya cinsiyse aynı dönemde ortadan kalkmıştı.
Bugün yokoluş sözcüğü kullanıldığında gözönüne alınan şey, genelde ortadan kalkan tür sayısı. Ama olaya paleontologların gözünden bakıldığında, canlıların sınıflandırılmasına ait tür üstü grupları da ele almak gerekiyor. Bazı görüşlere göre, böylesi gruplar söz konusu olduğunda dağılım alanının genişliği de, kurtuluş için tek başına yeterli değil. Bu durumda, geniş alanlara dağılabilme yeteneğinin yanında, bu alanlardaki çok farklı ekolojik sistemlere uyum sağlayabilme yetisi de önem kazanıyor.
Bir yokoluştan kurtulmuş olmak, geleceği garantilemiyor. Kemirgenlere benzeyen bir grup olan Multituberculata, göktaşı çarpmasından kurtulmuş, fakat muhtemelen diğer memelilerle olan rekabet sonucu 30 milyon yıl sonra ortadan kalkmıştı. Benzeri örnekler, halen çözümsüz olan bir soruyu ister istemez akla getiriyor: Önceleri güçlü olan canlılar uzun dönemde başarılarını neden sürdüremedi? Bu sorunun cevabını verebilmek, bir sonraki süreçte kimlerin kazanacağı veya kimlerin kaybedeceğini anlamak açısından önemli.
… VE İNSAN SAHNEDE
İnsanın, doğanın en başarılı türlerinden biri olduğu doğru. Fakat bu başarının faturasını ödeyenler başkaları. İnsan etkinlikleri sonucu sera gazlarındaki artış, okyanuslardaki ısınma, aşırı avlanma, kirlilik ve yaşam alanlarının tahribatıyla ortaya çıkan tablo ne yazık ki Permiyen sonundaki tabloyla büyük benzerliklere sahip. Bazı tahminlere göre bugünkü yokoluş hızı, insanın ortaya çıkışından önceki dönemlere göre 1000 kat daha yüksek. Yani altıncı yokoluşun günümüzde süregelmekte olduğu görüşü aslında abartılı değil. Bu açıdan insanı, gezegenimize çarpan büyük bir göktaşından veya devasa lav patlamalarından farklı görebilir miyiz?
Henüz bir kitlesel yokoluş noktasına gelinmemiş olsa da insanın doğa üzerindeki etkisi tahminlerin çok ötesinde. Bugün birçok adadaki kuş populasyonları insanlarca yokedilmiş durumda. Ama daha önce bahsettiğimiz gibi, çok daha geniş alanlara yayılmayı başarmış olan türler yaşamlarını sürdürüyor. Örneğin mavi karga, Avrupalı göçmenlerin Amerika’daki ormanlık alanların büyük bölümünü yoketmesine karşın, kıtanın doğu kısımlarında da yayılmış olduğu için varlığını sürdürebildi.
Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN – The International Union for Conservation of Nature), ikiyaşamlı türlerin üçte birini, memeli türlerinin dörtte birini ve kuş türlerinin de sekizde birini yakın bir gelecekte bir daha göremeyebileceğimiz uyarısında bulunuyor. Eğer en kötümser tahminlerin yalnızca bir bölümü bile doğru çıkarsa, bu yüzyıl sonuna kadar yeryüzündeki tüm türlerin yaklaşık yüzde 50’sinin ortadan kalkmış olması işten bile değil.
Bugünkü yokoluş sürecine baktığımızda en azından bu döneme kadar işler, cins veya aileler gibi tür üzeri sınıflandırma basamaklarını ilgilendirecek bir noktaya gelmiş değildi. Fakat yokolan türlere cinslerin de eklenme ihtimali kendini gösteriyor. Bugün Meksika’da yaşayan bir semender cinsine ait 20 türün hepsi de tehlike altında ve bu şekilde devam ederse 20 – 25 yıl içinde bu türlerin tamamına ve dolayısıyla da bir cinsin yokoluşuna şahitlik edeceğiz.
Yokoluşu engellemenin yolu, türün doğal yaşam alanlarını korumaktan geçiyor. Bugün, Jurassic Park’ın yazarı Michael Crichton’ın düşlerinde olduğu gibi dinozorları geri getirmek mümkün olsaydı, bunu gerçekleştirmek doğru olur muydu? Bu canlılara uygun bir yaşam alanı sağlayamadıktan sonra sadece hayvanat bahçelerinde görüp heyecanlanacağımız devler ortaya çıkarmak ne derece mantıklı? Bugün dünya için önemli ekosistemler olan mercan resifleri ve yağmur ormanları buna güzel birer örnek. Kayboluşa doğru sürüklenmekte olan bu ekosistemler birer bütün olarak korunmadıkları müddetçe, barındırdıkları canlıları tek tek ele almanın kalburla su taşımaktan pek de farkı yok. Aslında canlılar insanoğlunun korumasına muhtaç değil. Tam tersine, her biri gereken noktaya kadar kendisini koruma yeteneğine zaten sahip. Yeter ki yaşam alanlarına hızlı ve yıkıcı müdahaleyle gölge etmeyelim.
Yeni bir kitlesel yokoluş sonrasında yaşam kendisine, aynen daha önceki büyük beşlinin herbirinin ardından olduğu gibi, yeni ve farklı yönde birçok yol çizecektir. Üstelik bu aşamada varlığını sürdürebilen türlerden bir tanesinin de insanoğlu olması kuvvetle muhtemel. Çünkü her şeyi bir kenara bırakıp insanı basit bir tür olarak ele alsak bile, kurtuluşunu sağlayabilecek derecede yayılış gösterdiği açık. Fakat öyle bir noktada da, bugün rahat olan yaşam tarzımızı koruyabileceğimize inanmak ancak hayalperestlik olur.